Ne demekti; aşure?..
Çocuktum, “aşure”nin ne demek olduğunu bilmezdim.
Adının anlamını bilmezdim ama, tadına bayılırdım. Önüme konulan kasedeki aşureyi kaşıklarken, bakışlarımla “bir kase daha yiyebilir miyim” diye sorardım. Hele pekmezle tadlandırılmışsa, misafirlikte olduğumuzu unutur, üçüncü-dördüncü kaseyi isterdim.
“Aşure”nin ne demek olduğu 8-9 yaşlarında;. Arapça konuşan mahalleden arkadaşlarımdan duyduğum ve bu dilde “on” anlamına gelen “aşare” sözcüğünden gelmiş olabileceğini tahmin etmeye başladım. “Aşure” adının da bu nefis karışımı oluşturan malzemelerin sayısından ötürü verildiğini zannettim yıllarca.
1953 veya 54’te, günlerden bir gün ve ikindi saatlerinde, aile büyüklerimle birlikte; Urfa’nın Alevi-Bektaşi türkmenlerle meskun Kısas Köyü’nde, Halil Efendi diye bildiğim bir aile dostumuzun evine misafir oluncaya kadar da “aşure”nin akıl sözlüğümdeki anlamı hep on çeşit malzeme ile yapılan bir tatlı olarak kaldı.
O gün ki Muharrem ayıydı. Tam emin değilim; ama, büyük ihtimalle Kerbela Vakası’nın sene-yi devriyesi olan 10 Muharrem günüydü.
Halil amcanın hayatında üç taştan ibaret ocakların üstündeki kazanlarda pişirilen karışımın aşure olduğunu öğrenmekle kalmamış, dedemden “aşure”nin gelenekselleşmesinin ve dini bir etkinlik olarak hayatımıza girmesinin sebeplerini de öğrendim.
--------------
Büyük fıkıh âlimi Ebu'l-leys Semerandî, Aşûre isminin hikmeti olarak, o günde Cenâb-ı Hakk'ın on peygamberine on değişik ikram ve ihsanını zikreder. Buna göre:
Hz. Âdem'in tevbesi Aşûre Günü kabul edilmiştir.
Hz. Nuh gemisini Cûdi Dağının üzerine Aşûre Günü demirlemiştir.
Hz. İbrahim ateşten o gün kurtulmuştur.
Hz. Yakub'un, oğlu Hz.Yusuf'un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
Hz. Yunus balığın karnından Aşûre Günü kurtulmuştur.
Hz. Eyyûb hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.
Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan Aşûre Günü çıkarılmıştır.
Allah, Hz. Musa'ya Aşûre Gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
Hz. Davud'un (as) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
Hz. İsa o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
Bütün bunların yanı sıra; Muharrem ayının onuncu gününde meydana gelen yürek yakan, müessif bir hadise vardır.
Hz. Peygamber’in “iki gözüm” olarak nitelendirdiği torunlarından Hz. Hüseyin Efendimiz ve temizlerden temiz, şerefli aile efradı Kerbela'da Emevi Sultanı zalim Yezid tarafından günlerce aç ve susuz bırakılmış ve ardından da şehit edilmişlerdir. Ki bu günlerde oruç tutarken onların açlık ve susuzluklarını düşünmek ve şefaatlerine nail olmak ümidiyle onlara dua etmek Hz. Muhammed'e ümmet olmanın, Hz. Ali'ye ve ehl-i beyte bağlılığın gereğidir
Hz.Muhammed, Aşûre Gününde Müslümanların aile efradına ve komşularına her zamankinden daha çok ikramda bulunmasını tavsiye etmişlerdir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: 'Her kim Aşûre Gününde ailesine ve yakınlarına ikramda bulunursa, Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder.'
Ancak Aşûre günü infaka teşvik eden bu hadislere rağmen o günde hububat karışımı aş (aşûre) pişirmeye dair sahih hadislere rastlanmamaktadır.
Bununla birlikte, Müslüman Türklerin dînî geleneğinde önemli bir yer tutan aşûre, aynı zamanda Muharremin onuncu günü başlamak üzere, daha sonraki günlerde de özel merasimle pişirilip dağıtılan tatlının adıdır. Başta komşuluk ilişkileri olmak üzere pek çok alanda sosyal kaynaşmaya vesile olan ve 'aşûre günü infakta bulunun' hadisine uygun bir tarz olan bu uygulamanın teşvik edilmesinde ve yaygınlaşmasında tarifsiz faydalar vardır.
Hz. Nuh'un, gemisinde kalan erzakların tamamını kazana katıp pişirmesinden ortaya çıktığı rivayet edilen aşûre aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilmiş, 'aşûre testisi' adı verilen özel kaplarla da saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılmıştır.
------------------
O gece ev sahibimiz akşam ile yatsı ezanı arası saatlerde, bizi başka bir eve götürmüştü. Geniş hayatlı bir evdi ve kadını, erkeği, genci, yaşlısı ve çocuğuyla bütün köy oradaydı.
Niye buraya geldiğimizi, bütün köyün neden toplandığını bilmiyordum.
Babamdan ve Halil Efendi’den başka tanıdığım kimse de yoktu. Olsa bile lüks lambalarıyla aydınlatılan bu geniş avluda insanları seçmek imkansızdı.
Kalabalığın uğultusundan ne sazların nağmelerini ne de türkü okuyanların sesini duyabiliyordum.
Kısa süre sonra sıkılmaya başladım. Birkaç kere usulca babamın ceketini çekiştirerek; “Uykum geldi, eve gidelim” dedimse de, dinletemedim. Tavşanın dağa küsmesi misali, babamın dizlerinin dibine oturup zamanın geçmesini beklemeye koyuldum sabırla. Ne olduysa, tam bu küskünlük anlarında oldu. Dik, pürüssüz ve kadife gibi yumuşak bir ses yük seliverdi avlunun baş köşesinden.
Öldürün beni, Ali-yi Mürteza’yam öldürün!.
Öldürün beni, şehid-İ Kerbelayam, öldürün!.
Diye, zemheri soğuğu gibi insanın iliklerine kadar işleyen bir makamdan haykırı veriyordu Ehl-i Beyt aşkını. Kerbelanın kutlu şehitleri, Evlad-ı Resul’ün acısına ortak ediyordu orada bulunanları.
Biraz önce gülen yüzler hüzün çizgileriyle doluyor, ışıldayan gözlerden yağmur misali çisil çisil yaşlar dökülüyordu. Kerbela’yı bütün hüznü ve acısı ile alıp Kısas’a taşıyor du. Öyle bir taşıyordu ki, Füzuli’den okudu ğu beyitlerle bir anda nefesler tutuluyor ve sesler bıçak gibi kesiliyordu. Bir ara sırtımı dayadığım dizlerin titrediği ni hissettim Ne oluyor diye dönüp merakla baktığımda, babamın göz pınarlarından ya naklarına doğru sökün eden yaşları gördüm.
Ya Rab bizi dur etme Evlad-ı Ali’den
Biz onların bendesiyiz kal-u beliden
Bekçi Bako’nun adını duymadığım bir makamda seslendirdiği bu mısralarının ne manaya geldiğini o yaşlarda anlamasam da, Sevgili Peygamber’imin iki gözü torunu Hz. Hüseyin’in acısını küçücük yüreğimde duyuyor, için için hıçkırarak ağlayanlara göz yaşlarımla katılıyordum.