Melahat Ürkmez

Tarih: 04.09.2014 01:36

Ödlek Musa

Facebook Twitter Linked-in

Bugüne kadar, köşemde, yayımlanmış kitaplarımın tanıtımını yapmadığımı, okuyucularımın ve bir öğrencimin serzenişleriyle farkettim. Sahi neden hiç yapmamıştım?.. Belki kendi kitabımın reklamını yapıyormuşum gibi tuhaf geldi, belki de elinde kalem olan sevgili dostlarımın tanıtmaları bana yetti (hepsine tek tek teşekkür ederim)… Nedendir, ben de bilemiyorum. Neticede son kitabımı takdim etmek istedim.

Daha önce; romanlarım, 17 baskıya ulaşan araştırma-inceleme kitaplarım yayımlandı. Ama ilk defa bir hikâye kitabım yayımlandı (Ömer Seyfettin ve Tarık Buğra hikâye yarışmalarında ödül alan hikâyelerin kitaplaştırılanlarını saymazsak)

Evet, adı “Ödlek Musa” olan ve Nisan 2014’te Gençlik Yayınevi tarafından yayımlanan, yani çiçeği burnunda en küçük yapıtımı (Çocuğumu) siz sevgili okuyucularıma takdim ederken farklı bir heyecan duyuyorum. Diğer eserlerim yayımlanırken yaşadığım haz ve heyecan bu satırları yazarken ki heyecanımla bir yarışa girdi sanki. Sözcükleri telli duvaklı, bir o kadar da sımsıcak seyrettim uzaktan. Eğiste’nin, güzel Anadolu insanlarının anlatılagelen hikâyelerini bir güldeste olarak hikâyelerim arasında sizlere sunmaktı biraz da heyecanlandıran. Zira Eğiste’nin (Şimdiki adı Bağbaşı) hikâyeleri bir buketçik de olsa, Karadeniz hikâyeleri kadar meşhur olmasa da yazılmalı, bilinmeli, gelecek kuşaklara aktarılmalıydı. İşte arka kapağına aldığım bir Eğiste hikâyesi;

Eğiste’nin Konya’ya ulaşımını sağlayan yokuş yola büyük bir kaya parçası düşmüş. Yedi sekiz kişi bu kayayı kaldırmaya gitmişler ama güçleri yetmemiş. İçlerindeki akıllılardan(!) birisi kendi kendine, kayayı ürkütüp kaçırmayı düşünmüş. Diğerleri kayayı iterlerken o bir yere saklanmış. Beklemeye başlamış. Diğerleriyse bir kaldıraç yardımıyla kayayı hareket ettirmeyi başarmışlar. Kaya yolda yuvarlanmaya başlamış, yokuş yolda hız kazandığı sırada kayanın önüne doğru saklanmış olan akıllı Eğisteli kayayı ürkütmek için çıkmış ortaya, "Pöh!" diye bağırmış ama kayanın altında kalıp ezilmiş, kafası kopmuş ve kaybolmuş. Arkadaşları adamın kafasını göremeyince meraklanmışlar ve tartışmaya başlarmışlar, ‘Kafası vardı’, ‘Kafası yoktu’ diye. Sonunda karısına sormaya karar vermişler. Adamın evine gitmişler, ‘Sabah evden çıkarken, kocanın kafası var mıydı, yok muydu?’ diye sormuşlar. Kadın, ‘Sabah evden çıkarken cöm cöm bir sakal cömbüldeyip duruyordu ama kafası var mıydı, yok muydu hiç bakmadım’ demiş.

Ödlek Musa ise farklı bir karakter, bir korkak oğlan. Yaz-kış şalvarı dizinden; efe kuşağı, belinden; sekiz köşeli kasketi, başından; yün dokuma yeleği, sırtından hiç çıkmayan İbraam Ağa’nın küçük oğlu. Hem de mertliğiyle, cesurluğuyla ün salmış olan İbraam Ağa’nın oğlu… Babasına inat ödlek işte… Kime çekecek, dayısına çekmiş elbet(!) Mezarlıktan korkar, şeytandan korkar, karanlıktan korkar… Gölgesinden bile korkar… Korktukça başına gelmedik iş kalmaz. Öyle bir an gelir ki bütün dünyanın korku akan bir çeşme yalağından ibaret olduğunu düşünmeye başlar.

Buzkaşi” adını alan hikâyem ise bir zamanlar Afganistan’da oynanan ve kazananı kralın altınla ödüllendirdiği bir oyunun adı. Hikâyem ise gerçekte yaşanmış bir olay, işte bir kesit, “Peyvend Bay Dayı, Kasım’ın çocuk gözünde en güçlü kuvvetli, en yenilmez insandı. Çocuk kafasında hep onun gibi kuvvetli olmayı hayal eder, pazularını şişirir şişirir bakar, parmaklarını sürekli açıp kapatarak jimnastik yapar, ‘Bir gün ben de Peyvend Bay Dayı gibi kuvvetli olacağım, ben de ‘Buzkaç’ olacağım. Buzağıyı kaptığım gibi atımın üzerine çekeceğim. Atımı kamçılayıp kaçacağım’ derdi. Buzağıyı kapıp kaçırışını, kara gözlü küçük aşkının kendisini seyredişini gözlerinde canlandırır, onun gözlerinde ne kadar kahramanlaşacağını düşünürdü.”

Stalin zamanında Asya steplerine sürgün edilen Türkler arasında ölmeden kalabilen kundaktaki bebeğin gerçek hikâyesi olan,  “Ahıskalı Korkut Ana” dan bir kesit, “Korkut Ana’nın gönlünde bir ömür boyu, Semerkand’dan Ahıska’ya, Ahıska’dan Türkiye’ye asma köprüler kurulmuştu hep. Gergef işleyen bir kadının sabrıyla, yorgun ümitlerle beklemişti bu ânı. Ezan seslerinin yankılanacağı, Türkiye topraklarına ayak basacağı bir günün arzusuyla yaşamıştı yıllar yılı. ‘Dalgalanan ay yıldızlı bayrağımı görende, Türkiye topraklarına ayak basanda, camilerinden ezan sesleri duyanda, ben ölürüm sevinçten’ derdi hep.

İşte yıllar yılı sürgün acısıyla inleyerek içselleştirdiği ve artık seraplaştığına inanmaya başladığı hasreti tam karşısında duruyordu. Kalbinde takılı duran esaret kelepçesi çat diye açılmış, paramparça parçalanmış, üzerine tüneyen tutsak kuşlar âzâde olup Türkiye topraklarına doğru süzülmüştü.

Korkut Ana hareketsizdi. Öylece kalakaldı. Nutku tutulmuştu sanki. Zindandan yeni çıkmış, bir mahpusun gözleri gibi gözleri kamaşmış, şanlı şanlı dalgalanan ay yıldızlı bayrağa bakıyordu. Ayağa fırlayamadı, coşup mâniler okuyamadı. Yığılmış gibi oturduğu otobüsün ön koltuğunda, gözlerini al bayraktan ayırmadan, Türkiye’yi, Türk Bayrağını kucaklamak istermiş gibi kollarını son bir gayretle kaldırmaya çalıştı, kaldıramadı, elleri mecalsiz yanlarına düştü.”

Kitapta; Kırmızı Kazak, Ödlek Musa, Buzkaşi, Ahıskalı Korkut Ana, Kırık Saz, Aşdar, Hacivat’ın Fendi adlı hikâyelerim yer aldı.

Eyvallah! Yâ! Hû!


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —