Elif Terzi

Tarih: 03.10.2024 10:56

Lozan ve jelibon madenimiz

Facebook Twitter Linked-in

Lozan ve jelibon madenimiz

Yüz yıllık eziyet bitti artık! Lozan yüzünden Türk halkı başta jelibon olmak üzere eti puf, harıbo, BIM poşeti gibi yeraltı kaynaklarımızı çıkaramıyordu. Bu kabus gibi günler bitti sonunda!

Gerçi barış anlaşmalarında " anlaşma şu tarihte bitecek " diye bir madde olmaz ve velev ki olsa bittiği tarihte de savaş olur ama " lale kardeşlerimiz " bu yalanı yıllarca söylerken ne Allah'tan korktular ne de kuldan utandılar!

Bir de Lozan'da gizli maddeler varmış! Maddeler o kadar gizliydi ki, Türk devleti " aramızda kalsın " diye Lozan tutanaklarını TBMM kararıyla, tam metin olarak 1924'te yayınladı. Osmanlı yazısıyla basılan tutanaklar günümüz Türkçesine çevrilip 1969-1973 yıllarında da 8 cilt olarak Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nce yine tam metin olarak yayınlandı. Peki, Lozan'ın bazı bölümlerine sansür uygulayıp, bu bölümleri yayınlamayan kimdi? İNGİLTERE VE FRANSA! Evet, yanlış okumadınız! Türkiye’de tam metin olarak yayınlanan Lozan tutanaklarının bazı bölümlerine 1923'te Fransa tarafından basılan Sarı Kitap'ta ve yine 1923'te basılan Mavi Kitap'ta yer verilmedi.

NEDEN?

Lale kardeşlerimize göre, Türkiye’nin bağımsızlığı karşılığında, İngiltere'ye hilafeti kaldırma sözü verdik. Peki , gerçekler öyle miydi?
Bu sorunun cevabını anlamak için, İngiltere'nin İzmir Konsolosu Charles Blunt'un, Büyükelçi Henry Lytton Bulwer'e 28 Temmuz 1860 günlü, İzmir için gönderdiği rapordan başlamak lazım:

"Bölgenin genel durumu gün geçtikçe iyileşmekte. Ancak bu iyileşmeden yararlananlar Türkler değil, onları soyup soğana çeviren Hristiyanlar... Askerden dönen Türkler köylerini, kentlerini tanıyamayacak kadar değişmiş buldular. ( Askerlik yedi ila on yıl sürüyor ). Eskiden olduğu gibi tarlalarını işlemek isteyen Türkler, anında Hristiyan bir tefecinin pençesine düşüyor ve eninde sonunda toprağını satmak zorunda bırakılıyor... " ( Kaynak: Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye'ye Girişi, Yordam y., Mart 2008, s. 146, 147 )

Yine İngiltere'nin Trabzon Konsolosu William Gifford Palgrave, 1868'de Londra'ya gönderdiği raporda şöyle der:

" Bugünkü (1868) durumda muvazzaf olsun, ihtiyat olsun, bütün askerlik yükü yalnız ve yalnız Müslüman halkın omuzlarındadır. Gerçi Hristiyanlar askere gitmemek için hazineye küçük ve önemsiz bir bedel ödemektedirler. Ama bu, onların askere gitmemekle elde ettikleri yararlara oranla bir hiçtir. Askerlik bedeli adamakıllı yüklü olsaydı bile yine de Müslüman uyrukların zavallı omuzlarındaki kocaman yükün altında düştüğü yoksulluğu, hiçbir zaman dengeleyemezdi. Şurası iyi bilinmeli ki, Müslüman nüfusun Hristiyanlara oranla  hızla azalmasının gerçek nedeni budur. Bu, apaçık adaletsizliktir. Müslüman halk, sorumsuz merkezi İstanbul hükümetinde kesinkes temsil edilmiyor. Padişahın Müslüman tebaasının başkentte derdini anlatabileceği hiç kimsesi yoktur. 

Hristiyanlar ise imparatorluğun her tarafına yayılmış, bütün yabancı konsolosluklara, ajanslıklara kimi de İstanbul'daki elçiliklere başvurup haklarını  arayabiliyorlar. Hristiyanların  dertleri can kulağıyla dinleniyor. Üstelik hiçbir şikayetleri olmadığı zaman da onlar adına hayali şikayetler uyduruluyor. Bunun kahredici sonucu olarak da bütün mali baskılarla yerel ve kişisel baskılar Müslümanlara yapılıyor, Hristiyanlara değil. Çünkü Müslümanlarının çığlığına kulak asan yok.

Hristiyanın ise bin tane sözcüsü ve avukatı var. Müslüman bir suç mu işlemiş, hemen sert biçimde cezaya çarptırılır. Aynı suçu işleyen Hristiyan ise şöyle böyle cezalandırılır ya da büsbütün bağışlanır. Çünkü işin içinde bir Hristiyan olunca yabancı konsoloslar ve temsilciler ona hemen kanat gererler ve adaletin eli kolu bağlanır. Anadolu'nun ta göbeğinde, Müslüman bağnazlığın merkezi sayılan yerlerde bile Hristiyanlar debdebeli evleri, şık giyim kuşamları, takıp takıştırdıkları gösterişli süsleri ve mücevherleri ile servet ve refah düzeylerini apaçık sergiliyorlar. Onların bu durumu uzaklarda çok konuşulan sözde gayrimüslimlere baskı yapıldığı iddialarıyla hiç bağdaşmıyor. 

Müslüman halk açısındansa durum acıklı bir şekilde bunun tam tersidir. Türkiye'deki Hristiyanların Müslümanlara kıyasla refah içinde olmalarını onların daha enerjik, daha çalışkan ve daha erdemli olmalarına yorumlamak yanlıştır. Gerçek şudur ki çalışkanlık, doğruluk, namusluluk ve dürüst iş çıkarma bakımından Müslümanlar şaşmaz bir biçimde Rum ve Ermeni hemşehrilerinden kesinlikle bir gömlek üstündürler. Ama ne var ki Müslümanlar muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler. Hristiyanlar ise Osmanlı İmparatorluğundaki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sürekli olarak zenginleşmişlerdir. 

Zenginleşmeleri de çok su götürür spekülasyonlarla, apaçık hilelerle ya da tefecilikle olmuştur.  Osmanlı Devleti hilelerle ya da tefecilikle tümünü yalnız Osmanlı Devleti kendi ağır yükünün tümünü yalnız Müslümanların omuzlarına yüklemiştir. Bugün görülen odur ki, Osmanlı hükümeti Hristiyan tebaa yararına Müslüman tebaasını ezmek gibi ağır bir suçlama altındadır. Ben Palgrave, bu suçlamayı üzülerek doğrulamak durumundayım. " ( Kaynak: Bilal Şimşir, British Documents on Ottoman Armenians, c.I, TTK y., 1982, s.51, No.23/1. ve Kürtçülük, 2. Bs, Bilgi y.,s.110-113 )

Osmanlı'da Müslümanların askerliği de gayrimüslimlere   göre adaletsizdi. Çünkü yıllar süren askerliği yapıp da memleketine dönen bir Müslüman asker, yine askerlikten kurtulamıyor, bir yedi yıl da yedek asker oluyordu ve devletin ihtiyacı olduğunda tekrar askere çağrılıyordu. Bir Müslüman asker tıpkı gayrimüslimler gibi bedel ödeyip askerlik yapmak istemese bile, yedi yıl yedek askerlikten kurtulamazdı. Ayrıca gayrimüslimler için askerlik bedeli çok düşük tutulup taksitlendiriliyordu. Müslüman bir askerin ise askerlik bedeli oldukça yüksek tutulup, bedel peşin isteniyordu. Müslümanların çoğu tarıma mecbur tutulduğu için, askerlik yapmak istemeyen bu parayı ancak borç almak yoluyla ödeyebilirdi ve bu yüzden de tefecilerin eline düşüyorlardı.  

Fransız Coğrafyacı Elisee Reclus, 1884'te " Yeni Genel Coğrafya " kitabında bu adaletsizliği şöyle ifade eder: " Türkler, millet-i hakime yani imparatorluğun egemen ulusu oldukları halde zulüm ve baskı altında dırlar. Askerlik görevi yalnızca Türklere yükletilmiş olup, Türk gençleri ailelerinden alınır ve pek uzun bir süre için çoğunlukla da sonsuza dek evinden ayrılır. İmparatorluğun en değerli halkı böyle tüketilir mi? " ( Kaynak: Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, Tome IX, " L' Asie Anterieure ", Paris 1884, s.540, 545, 547. Aktaran: Raşit Erer, Türklere karşı Haçlı Seferi, 1948, s.89 )

Fransa, Cezayirli Müslümanlardan asker yapıyor,  Fransa İmparatoru Paris'te korumalarını Cezayirli askerlerden yapıyor, İngilizler İrlandalı Katoliklerden, Hindilerden yararlanıyor, Rusya Kırım Tatarlarını, Lehlileri, Gürcüleri, Dağıstanlıları, Cerkezleri kullanıyordu. Osmanlı da cepheye sürmek için sadece Türkleri... Sonuçta sanattan, ticaretten geri bırakılmış bir toplum ortaya çıkarıldı. Bunlarda gayrimüslimler ilerledikleri gibi Dışişleri gizli istihbaratından mimarlığa kadar geniş bir yelpazede de gayrimüslimler söz hakkı sahibi oldu. Gayrimüslimlerden biri, bir memuriyete atandığında veya görevden alınacağı zaman, hükümet de yabancı büyükelçiliklerin görüş ve onayına başvurur oldu. Hangi gayrimüslimin ne kadar vergi ödeyeceğini bile hükümet belirlemiyordu, patrikhane belirliyordu.

Laiklik ilkesiyle uyruklar arasında ayrımcılık tanımayacak olan yeni Türk devletine karşı sizce İngilizler ve diğer devletler Lozan'da bizi mi desteklerdi yoksa eski sistemin yürümesini mi isterlerdi? Çok hukuk değil, tek hukuk, devlet içinde devlet değil, tek devlet, bir uyruğun edildiği değil her uyruğa eşit muamele, yasa önünde eşitlik... işlerine gelir miydi? GELMEDİ! O yüzden İngiltere Başdelegesi Lord Curzon, İsmet Paşa'dan İslam hukukunun uygulanmasını istedi. İngiliz Temsilci Heyeti'nden Sir Andrew Ryan, Türk hükümetinin hangi dinden olursa olsun ayrımsızca her yurttaşa uygulanacak tek laik yasa hazırlamasına karşı çıktı. İtalya Temsilciler Heyeti'nde Giulio Cesare Montagna, Avrupalılar ile Türkler arasında fizyolojik ayrılıklar olduğunu ileri sürerek, Türkiye'nin laik hukuka yönelişine karşı çıktı. Yunanistan delegesi Caclamanos, yeni Türkiye'ye  dilediği gibi kanun koyma hakkı tanınırsa, azınlıkların göreneklerine saygı gösterme ilkesinin özü bakımından sarsılacağını söyleyip İslam hukukunu istedi. Fransız Temsilci Heyeti'nden hukukçu Henri Fromageot, hem Müslümanlara hem gayrimüslimlere uygulanacak tek bir yasanın imkansız olduğunu savunuyordu ve laik hukuka karşı çıkıp İslam hukukuna bağlı kalınmasını istiyordu.

İşte Fransa'nın " Sarı Kitap "ında ve İngiltere'nin " Mavi Kitap "ında Lozan tutanaklarında yer alan ama İngiltere ve Fransa tarafından SANSÜR uygulanarak yazılmayan içerikler bunlardı! Yani İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan'ın Lozan'da laikliği savunan Türkiye'ye, İslam hukukunu uygulaması yönünde baskı yaptıkları tutanaklar Sarı ve Mavi kitaplarda yoktur! Sansürlenmiştir! 17 OTURUM VE 116 SAYFA SANSÜRLENMİŞTİR! Sansürledikleri tutanaklar da, Türk delegelerinin laik hukuka bağlı kalarak tüm uyruklara aynı şekilde uygulanacak laik yasalar ve Osmanlı'nın gayrimüslimlere şeriat gereği olduğu iddiasıyla verdiği devlet içinde devlet olmaya yol açan ayrıcalıkları tanımayacağı, buna karşılık da İngiltere, Fransa... delegelerinin yeni Türkiye'ye şeriat hükümlerini uygulama yönünde baskı yaptığı tutanaklardı!

Halbuki Türkiye, Cemil Birsel, Orhan Şemseddin ve Ahmet Reşit Beylere tutanakları çevirme görevi vermiş ve " SANSÜRSÜZ " bir şekilde, 1924'te Lozan tutanakları basılmıştır. Hatta Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nce günümüz Türkçesiyle tam metin olarak tekrar basılmadan önce, çevirmenlerden Cemil Birsel, 1933'te 2 cilt olarak yayınlanan " Medeni Hukuk ve Lozan Muahedesi " başlıklı makalesinde İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan'ın Lozan'da Türkiye'ye İslam hukukuna bağlı kalması ve şeriatın uygulanması konusunda baskı yaptıklarını tutanaklardan alıntılarla ve özetlerle açıklamıştır.

Yalnız gayrimüslim ayrıcalıklarını kaldırmak o kadar kolay olmamıştır. Lozan'dan ancak üç yıl sonra bu ayrıcalıkları kaldırabildik. Çünkü laik hukuka geçeceğimizi belirtmemize rağmen, konferansın yapıldığı tarihte anayasamızda ahkam-ı şer'iyenin tenfizi ( şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi ) yazıldığı için, gayrimüslimlere Osmanlı’daki anlaşmalı, ayrıcalıklı azınlık konumu verilmek zorunda kalındı. Ama gayrimüslimlerin 42. maddeye göre istedikleri ayrıcalıkları sağlayan kanunlar çıkarılmadan önce, Türkiye Cumhuriyet'i ilan etti, hilafeti kaldırdı, İsviçre Medeni Yasası'nı kabul etti. Bu devrimlerden sonra Türkiye'deki gayrimüslim cemaatler ayrıcalıklarından feragat ettiler. Hatta Yunanistan, bu feragatlerin geçersiz sayılması için Türkiye'yi Miletler Cemiyeti'ne şikayet etti. Ama Colombia, Almanya ve Çekoslavakya delegelerinden oluşan Konsey Komitesi tarafından reddedildi.

Görülüyor ki lale kardeşlerimizin hilafetin kaldırılması karşılığında Lozan'da bağımsızlığımız kabul edildi, söylemi kuyruklu bir yalandan başka bir şey değildir!

Peki toplumun bir kesimine bu yalan nasıl ezberletildi?

Bu yalan ilk defa Yahudi düşmanı ve Hitler Almanyası'nda Nazi Partisi'nin üst düzey yöneticileriyle çok yakın ilişki içinde olan Cevat Rıfat Atilhan tarafından " İslamı Saran Tehlüke ve Sionizm " adlı kitabında (1949) ortaya atıldı. Tabii ki kitabın içinde kötü rol verdiği bir Yahudi de vardı: Hayim Nahum! Olayı Yahudilerle de iliskilendirerek Nazi Almanyasındaki sahiplerinin de gözüne girmiştir muhtemelen. Cevat Rıfat Atilhan'ın Suzi Liberman'ın Hatıra Defteri adlı bir kitabı da vardır ve orada bahsettiği  Yahudi casus Suzi Liberman gerçekte yaşamamıştır ama sanki yaşamış gibi sonrasında tüm antisemitlere ilham konusu olmuş ve üstüne kitaplar yazılmıştır. İslamı Saran Tehlüke ve Sionizm adlı kitabında da Hayim Nahum'un bundan haberi var mı, şeklinde belgesiz, desteksiz iddialar ortaya atmıştır. Atilhan'a göre Hayim Nahum, Londra'da gizlice Yahudilerle görüşüp Türkiye'nin İslam'dan ayrılması kararı almışlar ve Lord Curzon da bu şartlarla bağımsızlığımızı tanımıştır (!) Halbuki tutanaklar tam tersini söylemektedir!

Cevat Rıfat Atilhan'ın kitabından vazife çıkaran Necip Fazıl Kısakürek de Büyük Doğu Dergisi'nde, Atilhan'ın adını vermeden, kendi görüşü gibi aynı iddiayı ortaya atıp, hilafetin Lozan'da yapılan gizli anlaşmalar sonucunda ortadan kaldırıldığı yalanını yine belgesiz bir şekilde ortaya atacaktı. 

Hayim Nahum burada da günah keçisiydi. Büyük Doğu Dergisi'nde bu yalanı okuyan Said-i Kürdi de bu yalanı sahiplenip " Emirdağ Lahikası " adlı kitabında müritlerine gerçek diye aktaracaktı. Kadir Mısıroğlu" Lozan Zafer mi Hezimet mi? " adlı kitabında bu yalana sahip çıkacaktı. Hayim Nahum yine baş roldeydi. Üstelik bu yalanlara sahip çıktığı yetmiyormuş gibi, kitabının kaynakçasında Cemil Birsel'in kitabına yer verecek ama kitaba sadık kalmayarak yalan söyleyip İngiltere'nin Lozan'da Türkiye'den İslamı terk etmesini ve hilafeti kaldırmasını istediğini utanmadan yazacaktı. Halbuki Cemil Birsel'in böyle bir söylemi yoktur.

Kadir Mısırlıoğlu " Beaverbrook Foundation " da saklandığını iddia ettiği gizli anlaşmanın Leonard Mosley'e gösterildiğini yazıp, kanıt olarak Mosley'in " The End of Epoch " adlı kitabını verecekti.

Peki Mosley ne yazmıştı? 
" Lozan Konferansı, savaştan sonra müttefiklerinin katıldığı diğer konferanslardan farklıydı. Şimdiye dek konu, yenen devletlerin ön odada kaderini duymak için bekleyen yenilmiş devletlere koşullar dayatmasıydı. Lozan'da durum değişti. Türklerin dikta, dayatma kabul edecek havası yoktu. Anadolu'daki savaşı kazanmışlardı; zaferlerinin hem tanınmasını hem ganimetini istiyorlardı ve değil onlara bir anlaşma dayatmak tersine onları müttefiklerin aşağılanmamasını sağlayacak bir düzenlemeyi kabul etmeye ikna etmek söz konusuydu. " ( Kaynak: Leonard Mosley, " Curzon, The End of Epoch " , s.251. )

Görülüyor ki Lozan'da " İslamiyetten ayrılma karşılığında bağımsızlığımızın tanınması " kuyruklu yalanı Cevat Rıfat Atilhan'dan başlayıp, bozacının şahidi şıracı silsilesiyle devam etmiştir. Belge diye Mısırlıoğlu'nun gösterdiği kaynaklarda da tahrifat yapılıp,  aslında verilen bilgilerin tam tersi " utanmadan " yazılmıştır. İçine birkaç tane de Yahudi ekleyince Türkiye'de bu yalanların tutması da çok kolay olmaktadır.

Antiparantez belirtmekte yarar var, Kadir Mısırlıoğlu'nun İslamiyeti bırakma şartı öne süren (!) İngiltere'ye zamanında sığınma talebinde bulunması ve İngiltere'de yaşaması da ayrı bir komedidir!

Ne diyelim, Lozan'ın süresi bitip (!) artık rahatlıkla Müslüman olabildiğimize, diğer taraftan jelibon madenimizi özgürce çıkarabildiğimize göre artık kimse bizi tutamaz.

(Lozan konusunda daha fazla ayrıntı için, bu makale içindeki bilgileri aldığım Cengiz Özakıncı'nın Yüzyıl Önce Yüzyıl Sonra Sevr ve Lozan adlı kitabına bakabilirsiniz)


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —