Prof. Dr. Ali Osman Özcan
Sözcüklerin peşinden savrularak gidenler dünyasındayız. Her birimiz bahtsızlığımızdan, talihsizliğimizden, şanssızlığımızdan, kadersizliğimizden şikâyet edip durmaktayız. Bir türlü çıkış yolu bulamadan yaşayıp durmaktayız. Ne olduğunu, neden dolayı olduğunu bilmeden yorum üstüne yorum yapıp umutsuz gerekçeler üretmekteyiz. Her şeyi çözümleyip duruyoruz. Hatta çözüm bulmayıp bulamayıp, bulamayacağımızı düşünüp durmaktayız. Umutsuzluk, umutsuzluk devesine binmiş üstümüze üstümüze gelmekte.
Eyleme geçmeye karar verip eylemsizliği daha çabuk öne geçirmekteyiz. Artık gelecek diye bir şey yok. Kapkara bir gelecek gözlüğü takarak gelecek yolculuğuna çıkmaya hazırlanmaktayız. Hiçbir şeyi bilmeden ve kavramadan yola çıkan canlılar gibiyiz. Arızalanan uçakların tamirden çıktığı gibi kendimizi tamir edilmiş biri olarak düşünüp durmaktayız. Herkes sistemin ve sistemlerin parçaları olarak bir mekanizma sistemi üretip dururken onlara gelecek göstermek hakaretten daha ağır bir tutum.
Geleceksizlik konusunda yapılan acı deneyimlerle dolu zihinsel takla atmalar pek işe yaramıyor. Herkes sorunu anlamadan önce çözüm tekniklerinin peşine düşmüş durumda. Vah vah! Hatta hiçbir şeyi umursamadan, önemsemeden yaşamaya çalışanlar bile var. Yakın geçmişi uzun vadeli geleceğe bağlamaya çalışanlara ne demeli! Ayrıca bazılarının zamanları yok edilerek zaman özgürlüğü ortadan kaldırılırken insanlara yükümlü olduklarını hatırlatmanın anlamı nedir? Vallahi bunu kimse bilmiyor.
Zamanı geçmişten değil gelecekten başlatanlar el üstünde tutulurken tarihin konularını belirleyen seçilmiş ve atanmışlar iş başına getirilmiş. Sonsuzlukla göz kırpma arasındaki zaman ortadan kaldırılmış ve gemiye bindirilmiş kırılgan bir zaman dilimine doğru sürüklenip durmakta. Orada, o anda, o anlık yapılanlar bile belli değil. Kim kimin için, kiminle, nerede, ne işler çevirir? Bunu kimse bilmiyor. Mutluluğu saatlere bağlı olarak yaşamaya çalışanların aklı takdir görmekte, rol model olarak sunulmakta. Yarınların acımasızlığı, dünlerin sersemleticiliği, ölümün son harfine gizlenen zaman dilimi alkışlara boğulmakta.
Buhranlı bir dünyaya geldiği insana hatırlatılarak doğmadan, dünyayı kavramadan gözlerine kapkara gözlükler takılan ve kendi dünyasını yapılaştırması gerektiği söylenen canlı nasıl mutluluk denizinde yüzebilir? Ona düşen kendi yaslı, üzüntülü, kederli dünyasında yaşamaktır. Suçlu olarak dünyaya gelen bu insanoğlu elbette bazı kuralları çiğneyecektir. Borçlanmış biri olarak insanlığın önüne atılan insanoğlu, borcunu ömür boyu ödemek için cendere içine sıkıştırılarak elem ve dehşet denizinde yüzdürülmek istenmektedir.
İnsana insan değil bir hiç olduğu öğretilen bir dünyada, vicdanının aklını düşünmesi bile yasaktır. Pek çok kişi “Ben buyum, değişemem” derken ondan “Bu olma” olgusu hemencecik alınır. Çünkü o borçlu biridir. Borçlandırıldığı için, alacaklıyla karşılaşınca infiale kapılıp güçsüzlüğünü özgürce yaşamaya itilir. Bazıları her şeyin göreceli bir gerçeklik olduğunu söyleyerek borcundan kaçmaya çalışır. Göreceli olasılıklık başka gerçeklik başkadır ki, ölüm en kesin gerçekliktir. Umutsuzluğu, şanssızlığı, geleceksizliği kader edinmiş, iç dünyası karman çorman olan bir kişilikten gerçek insan varlığını beklemek bir hayalin peşinden koşmaktır.