Edebiyatta ne söylediğinizden ziyade, neyi nasıl söylediğiniz önemlidir. Bizler bu minvalde yazılarımızı kaleme alıyoruz. Bazıları gibi sırça köşkünde oturarak ahkâm kesmiyoruz, tanındık yüz olmanın dezavantajına rağmen genellikle halkın arasındayız. Şimdi ilk defa sizinle, geçirdiğim sıradan bir günümü paylaşacağım. Yazacaklarım ise akıl zıplamasından ziyade ülkenin özeti gibi… Bunlar da hep edebiyat, yaşayarak yazıyoruz…
Günlerden Salı, her zamanki gibi Cancağızımın yanağına bir buse bırakıp evden ayrılarak, sisli ve çiseleyen bir İstanbul sabahında şemsiye altında tempolu adımlarla ofisimin yolunu tutuyorum…
Ofisimizin kapısından daha adımımı atar atmaz bir anda hararetli politik tartışmaların içerisinde buluyorum kendimi! Ayaküstü selamlaşma babında arkadaşlar kendi aralarında günün gündemine binaen tartışırken, beni görür görmez içlerinden biri soruyor;
‘Cumhurun seçimi ikinci tura kaldı, hocam siyasi konularda ne düşünüyorsunuz?
-Azizim, profesyonelliğimiz siyasi görüş belirtmemizi engelliyor. Ancak İsmet Abiye kulak vermek lazım!..
-Ama, o uçuk kaçık, söylediklerini anlamak zor!..
-Tüm yazan-çizen insan böyledir, biraz akıl zıplaması yaşar. Bir de yazarlık sırrı vereyim mi size; gerçek yazar ve sanatçının söylediğini sokaktaki herkes anlayamaz! Sanat zor iştir, kolay olsaydı herkes sanatçı olurdu değil mi? Deyip yanlarından uzaklaşıyorum.
....
Günün ilerleyen saatinde “Hastane randevum var,” deyip ofisten ayrılarak önce Metrobüs sonra otobüsle Devlet hastanesinin yolunu tutuyorum. Yaklaşık bir saatlik İstanbul trafiğini avantaja çevirmek için her zaman yanımda taşımayı alışkanlık haline getirdiğim çantamdaki kitabı çıkartıp okuyorum. Bir yazar sırrı daha vereyim size, ben günde üç farklı kitap okurum; eve gidip gelirken yolda, işyerimde ve evde akşamları yatmadan önce…
Hastaneye ulaştığımda yine her zamanki gibi Poliklinik önünde oluşmuş kalabalıklar gözümü korkutsa da, kuyruğa girip 15 dakikalık bekleyişin ardından kimliğimi uzatarak Sekreter hanıma; “Geçen hafta Prof. E. Veli Beye muayene olmuştum, tahlil sonuçlarını göstermek istiyorum” diyorum. O ise, “Beyefendi bugün Veli beyin muayenesi yok, Perşembe günü gelin” deyip, yüzüme dahi bakmadan kimliğimi geri uzatıyor. Bakıyorum arkamdaki kalabalığın gözü benim üzerime kilitlenmiş, “Onunla tartışmak yerine, peki!” deyip boynumu bükerek oradan ayrılıyorum.
Hızımı alamıyorum ve soluğu 'Hasta Hakları'nda alıyorum. Ancak durumu anlatsam da nafile, yüzleri kapı duvar!.. Sonunda görevli memura patlıyorum adeta, “Hanımefendi, bir kere E-Nabızdan bize hocaya randevu aldırtıp da asistanına muayene ettirmeniz etik değil! Sonra muayene olurken bizi uyarmanız lazım değil midir, “Tahlil sonuçlarınızı ancak şu gün gösterebilirsiniz” diye, o kadar yol geldik! Diğer hastanelerde böyle bir uygulama yok ve o doktor yoksa yerine başka doktor bakabiliyor…” O ise başını dahi kaldırmadan yüzü bilgisayar ekranında “Yapacak bir şey yok, isterseniz yazılı şikayette bulunabilirsin…” diyor. Bense yüzüne karşı, “Kimi kime şikâyet edeceksin ki! Kendi derdimizi bırakıp sevimsiz sisteminizin garabetini düzeltmek için kendimizi yollara mı vuralım…” deyip sonra da mırıldanıyorum; “Her şey sistemin suçu(!) değil mi? Hemşiresinden Doktoruna, Güvenlikcisinden Hasta Hakları yetkilisine kadar, hepsinin de yüzünde bir bıkkınlık emaresi var, halbu ki hastanın yüzüne bir tebessüm edebilseler çok şey değişecek…
Omuzlarım çökmüş, ağır adımlarla hastaneden geri dönüyorum. Oradan otobüse binip Libadiye’de iniyorum, zira Cancağızımın cebime sokuşturduğu benimse ‘aşk mektubu’ dediğim alış-veriş listesini çıkartıp okuyorum. Yol boyunca ilerlerken gözlerimle bir marketin manav reyonunu süzerek geçip önce devlet marketi olarak bilinen zincir markete giriyorum. Raflara hızlıca göz atıyorum, öyle sanıldığı gibi ucuz olmadığını gözlemliyorum; mesela hemen yanı başındaki markette 22 lira yazan aynı sebze burada 25 lira, meyve de, diğer gıda ürünleri de öyle…
Oradan bir şey almadan çıkıp başka bir zincir markete giriyorum, hemen girişte birkaç göstermelik koydukları çikolata ve tuvalet kağıdını sözde ‘indirimi’ dışında reyonları gezip Cancağızımın listesindeki ürünleri arıyor gözüm. Fiyatları bir önceki marketle karşılaştırarak ilerliyorum ve listemdeki dolmalık fıstık içini görünce fiyatına bakıyorum 45 lira! Şaşırıp “Doğru mu okudum bu fiyatı, hem de 10 gram!” diye oradaki market görevlisine soruyorum. Ondan “Doğru” yanıtı gelince de ürünü almayı erteliyorum. Yine listemde ki sipariş olan sele zeytini gözüme çarpıyor, “120 liradan 50 liraya düştü” indirimine gülümseyip, bir tanesini tadıyorum, “İnce çekirdekli, fiyatı uygun ancak renginden belli ki irili ufaklı karıştırılmış…” diye söylenerek, yine de bir tadımlık alarak marketten ayrılıyorum.
Biraz yürüyüp bir başka markete giriyorum. Listemdeki ürünleri raflardan aranırken gözüm yine baharat kısmında dolmalık fıstık içine takılıyor ve üzerindeki fiyatsa “11 lira” yazıyor. Bir anda beynimde şimşekler çakıyor ve market görevlisinin yanına giderek soruyorum, “Bir önceki markette bu ürün aynı gramajda 45 lira idi, sizde neden 11 lira?” deyince, “Serbest piyasa beyefendi!” demesin mi? Bugün ikinci defa patlıyorum;
“İnsanları ahlaken eğitmeden bilmen eğitirseniz işte böyle toplumun başına bela olurlarmış! Ne demek serbest piyasa, fiyatlar arasında kaç kat fark var yahu!..” deyince görevli başını öne eğip yanımdan uzaklaşıyor…
Oradan çıkıp yolumun üzerindeki Halk Ekmek büfesine uğruyorum. Kuyruğa girip sıram geldiğince de “İki adet Gulitensiz ekmek lütfen” diyorum. Büfeci genç adam, “Ağabey, ondan bir tane kaldı!” deyip uzatıyor, ben “İnsanlar gulitensiz ekmeğe rağbet gösteriyor olması ne güzel!” diye genç adamın yüzüne tebessüm atınca, karşı taraftan naif sesli yanıt geliyor, “Rağbet fiyatının düşük olmasından çabuk tükeniyor Ağabey, yakında bunun da fiyatı artınca kimse alamaz!”
Neyse oradan yürüyüp Salı pazarına uğruyorum. Tek tek fiyatları yazmaya gerek var mı, çarşı-pazar alev alev! 20-30 liradan aşağı rakam yok tezgâhlarda. Listemdeki meyve ve sebzeleri aldıktan sonra balıkçıya uğruyorum. Balıkçı tanıdık ya her hafta abonesi olduğum için, “Buyur Ağabey, kaç kilo olsun hamsi?” diye soruyor. Bense duraksayıp gözümü balık tezgâhında gezdirdikten sonra bu defa ben soruyorum ona;
Tüm balık fiyatlarını fikslemişiniz! Hepsinin de kilogramı 120 lira. Hamsi çinekopu yakalamış?” Balıkçı kurnazca cevap veriyor, “Hocam, bunlar Karadeniz hamsi ya, balığın kulağına kar kaçmayınca bize de az geliyor, ancak içlerinde en tazesi hamsi…” Tercihimi çinekoptan yana kullanıp o hengameden ayrılıyorum…
Pazar dönüşü arkadaşlar “Maşallah hiç kolların boş kalmıyor…” diye latife edince, ben de noktayı koyuyorum, “Ne yediğimizi bilelim değil mi! Doğal ve doğru beslenmek için arada bir semt pazarına uğramakta lazım…”
Ofiste günden arta kalan işlerimi toparlayıp mesai bitiminde aldığım erzakları tekrar yüklenip evimizin yolunu tutuyorum. Mahalleye varınca da, ayaklarım önünden geçtiğim bakkala yöneliyor ve selam verip “Ali Bey, hayırlı işleriniz olsun, bana iki büyük su, bir kilogram beyaz peynir, bir tane de bitter çikolata verir misin…” deyip sonra da ekliyorum, “Komşu hakkı var değil mi, çoğu şeyimizi büyük marketlerden ve çarşı-pazardan da alsak, sizin gibi küçük esnafı da desteklemek lazım…” diye latife ediyorum.
Bakkal Ali Bey ise yüzünde güller açarak, “Çok teşekkür ederim hocam, sizin böyle düşünmeniz bile yeter…” dualarıyla beni uğurluyor…
Şimdi diyeceksiniz ki “O kadar şey aldınız nasıl taşıyacaksın!” ‘Her zorlukta bir kolaylık vardır,’ buyurulmuştur ya, evimiz bakkalın tam karşısında, her akşam gelme saatimi balkonumuzdan beni heyecanla bekleyen Cancağızım, bu defa da beni görmüş olacak ki, kanatlanıp daha bakkalın kapısında karşılıyor…
Cancağızım elimdekilere yardım ederken yolda soruyor, “Canım, nasıl geçti günün?” diye. Derin bir nefes alıp cevaplıyorum, “Ah Cancağızım, çok yorucuydu, bir kez daha anladım ki, bu ülkenin en zeki çocuklarını tıbba değil de eğitim fakültelerine yönlendirilmediği müddetçe şikâyetçi olduğumuz sorunlardan kurtulamayacağız!'..
Nihayetinde doktoru da yetiştiren öğretmen…
Güvenlik baş meselemiz, hürriyet aşığıyız…
Sigara izmaritinin yere atılması bile çok mühim iş bu ülkede… Sistemsel bir sorun var… İnsan düzelirse her şey kendiliğinden düzelecek aslında… Eğitim şart ama kalitelisi…