Biz Türklerin dünya da en çok ürettiği şeylerden biri de gürültü…

***

Desibelle ölçülüyor…

30-65 desibel arası gürültü, rahatsızlık, öfke, kızgınlık, çalışma konsantrasyonu kaybı, uyku bozukluğu, dikkat algı zayıflığı, zihinsel etkinliklerde azalmaya yol açıyor.

60-90 desibel arası gürültü, solunum hızlanmasına, kalp atışlarına düşmeye, beyin sıvısını etkileyip baş ağrısına ve baş dönmesine neden oluyor.

90-120 desibelde baş ağrısı artıyor.

120-140 desibelde iç kulakta ciddi hasarlar ve psikosomatik hastalıklar görülüyor.

180 desibelin üstü kulak zarını patlatıyor…

***

Yaprak hışırtısı 10.

Fısıltı 20.

Çocuk gürültüsü 60-80.

Elektrik süpürgesi 80.

Sokak gürültüsü 60-90.

Radyo müziği 50-60.

Kereste fabrikası 100.

Disko müziği 120.

Uçak 90-120 desibel.

Uzay roketi 140-170 desibel gürültü üretiyor…

***

Ama şunu da biliriz ki; hiçbir kulak, gerçekleri duymak istemeyen bir kulak kadar sağır olamaz…

***

Sessizliğin sesi 0 desibel ses üretir ki hayatta ki en iyi sıfırlardan biridir…

***

Mehmet Uzun, “Dicle’nin Yakarışı” kitabında “sessizliğin sesi bütün seslere baskın gelir, hepsini boğar. Sessizliğin sesi duyulmaz, hissedilir; kulaklar değil ruh ve yürek duyar onu…”diye yazar.

***

İşte o sesi, ruhumuza ve yüreğimize duyuran, anonim ve bilindik bir öyküye kulak vermenin tam zamanıdır şimdi…

***

“Bir dergâh…

Bu dergâh hakikatin ve bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu…

Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan anlatabilmekti…

Bir gün dergâhın kapısına bir yabancı geldi…

Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi…

Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu…

O yüzden kapıda zil, tokmak veya benzeri ses çıkaran bir gereç yoktu…

Bir süre sonra kapı açıldı.

İçerde ki “bilgelik arayıcısı” kapıda ki yabancıya baktı.

Selamlaşmadan sonra sessiz konuşmalar başladı…

Gelen yabancı dergâha girmek ve burada kalmak istiyordu…

İçeride ki derviş bir süre kayboldu ve ağzına kadar su dolu bir kapla geri döndü ve kabı yabancıya uzattı…

Bu “ yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz” demekti…

Yabancı hızlıca dergâhın merdivenlerinden bahçeye indi, bahçeden aldığı gül yaprağını, dolu kabın içinde ki suyun üzerine bıraktı…

Gül yaprağı suyun üzerinde yüzüyordu, ıslanmamıştı ve suyu taşırmamıştı…

İçerde ki derviş saygıyla eğildi, kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı…

***

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı…

Bu sevgiydi…

Ve sevgiye her zaman yer bulunurdu…”

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.