Kirlos

 

 

 

Onunla tanışıklığım, ilk korkularım kadar eski. Çocukluk günlerimin canavarları, yaratıkları kadar geçmişe dayanır. İki katlı kerpiç evin yola bakan toprak damında gelen geçen herkesi keskin gözleriyle izler, kendisine sataşan çocuklara ise dişlerini göstererek hırlardı.

Kış mevsimi dışında, senenin büyük bir bölümünü çardak, yayla ve güzlede koyun sürüsüyle birlikte geçiren Kirlos, köye dönüşte kalın el örgüsü kıldan yapılan kalın urganla, iki çobanın arasında güçlükle eve getirilirdi. Kirlos’un dağdan eve dönüşüne bir kaç kez tanık oldum. O zamanlar Kirlos, gençliğinin ele avuca sığmaz en vahşi dönemlerinden birini yaşarken, ilkokula henüz yeni başlamıştım. Güzleden kasabaya dönüşte, sürünün yanından ayrılmak istemeyen Kirlos iki çoban tarafından güçlükle bağlanmış, sürünün en arkasında, yoldan geçenlere saldırmaması için zorlukla zapt ediliyordu.

Kudurmuş gibiydi.

Kendi iradesi dışında götürülmek ona yapılan en büyük saygısızlıktı. Kirlos’u o halde görmek içimi burkmuştu. Sanki, ölümsüz, yenilmez bir kahraman, arkasında toz dumanı bırakarak koşarcasına ilerleyen koyun sürüsünün peşinde, pranga mahkumu gibi yerde sürükleniyordu. Uçları çobanların bileklerine doladığı ipleri zaman zaman dişleriyle parçalamaya çalışan Kirlos bu girişiminden bir sonuç alamayacağını bile bile direniyordu. Tam önümden geçerken onunla göz göze geldik.

Gözlerinde ihanete uğramış bir savaşçının isyanı vardı. Bir süre arkasından baka kaldım. Kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış utanç içinde ve arkasında sıra dağları bırakarak aylardır gözü gibi koruduğu kolladığı koyun sürüsünün peşinden sürüklenerek götürülüyordu. Diğer çoban köpekleri için sıradan bir yer değişikliği anlamına gelen dağdan, kasabaya göç, Kirlos için sanki yeni bir hapis hayatının başlangıcıydı ve o hürriyeti keşfettiği dağlardan dönmeyi kabul etmiyordu.

O sahne uzun süre hafızamdan silinmedi. Ne zaman kasabada, dağdan gelen koyun sürülerinin beklendiği Çobanönü ya da  Akçeşme’ye gitsem, Kirlos’un o halini hatırlarım.

 

Kasabanın en önemli kış eğlencelerinden biri olan Kapan oyununu sadece bir kez baştan sona takip etmiştim. Beş ya da altı yaşlarında küçük bir çocuk olmama rağmen boyumdan yüksek karla kaplı daracık yollarda önümde yürüyen gençlere yetişmeye çalışıyordum. Bu oyun çoban köpeklerine uzun kış tatili süresince, koyun sürülerine musallat olan kurtların kokusunu unutturmamayı ve her an, her yerde karşılarına bir kurdun çıkabileceğini ilke ediniyordu. Gençler uzunca bir sırığa geçirilmiş keçi derisinin ucuna taktıkları kurt başını ev ev dolaştırır, hem köpekleri hem de sürü sahiplerini kızdırmak için çaba harcarlardı. Askerlik çağına gelen gençlerin oluşturduğu Kapan ekibinin başında ise mutlaka kıdemli bir çoban bulunurdu. Kıdemli çoban, kasabanın bütün çoban köpeklerini iyi tanır, onları adıyla çağıracak kadar kendine yakın bulurdu. Sabahın erken saatlerinde başlayan oyun hava kararana dek aralıksız sürerdi. Uğranılan her ev, havlusundaki koyun sürüsünün büyüklüğüne göre gençlere bir armağan vererek kurt başı ile kızdırılan köpeğini kurtarırdı.  Oyun sırasında yaşanan gereksiz münakaşalar yine gençlerin başında bulunan kıdemli çobanın araya girmesiyle tatlıya bağlanırdı. Genellikle bir avluda bağlı tutulan köpekler için Kapan büyük bir azap demekti. Aylarca dağda peşinde koşulan, kokusu takip edilen, izi sürülen kurdun yanı başına kadar geldiği hissine kapılan çoban köpekleri çileden çıkar, iki çeyrek saati süren oyun boyunca kan ter içinde kalırdı.

Belli ki tarihin derinliklerinden  çıkıp gelen bu oyun, çoban köpekleriyle kurtlar arasındaki mücadeleyi körükleyen, belki de yakın akraba olan bu iki hayvanı birbirine düşman eden en önemli unsur olmuştu.

Saatlerce süren sokak gezileri sırasında donan ayaklarımı, üşüyen ellerimi çoktan unutmuştum. Sıranın biran önce Kirlos’a gelmesi için  sabırsızlıkla bekliyordum. Bir kaç ev sonunda çocukluk düşlerimin kahramanı Kirlos’un kurt başına vereceği tepkiyi görebilecektim.

-Kirlos bunları parçalayacak, zincirlerini kıracak ve bunların hepsini kovalayacak diye iç geçiriyordum. Evet öyle olmalıydı. Şimdiye kadar hiçbir köpek urganını, zincirini kopartıp Kapancılara ulaşamamıştı, ama Kirlos eğer bağlıysa zincirini bile kırıp bu kapanı parçalamalıydı.

Kirlos o gün, karları yeni kürülmüş toprak damda iri bir taş yuvağın arkasında altına serilen keçe bir çul üzerinde yatıyordu. Uzaktan rahatlıkla görülebiliyordum. Belli ki yine zincirle arkadaki ağaç direklerden birine bağlanmıştı. Kıdemli çobanın uyarılarına aldırış etmeyen gençler sessizce duvarın kıyısından sinerek Kirlos’un önüne kadar geldi. Kalbim küt küt atmaya başladı. Ellerindeki uzun sırığı yavaşça yukarı doğru kaldıran gençler de en az benim kadar heyecanlıydı.

-Şimdi hapı yuttunuz, dedim içimden, Kirlos her an ayağa kalkıp gençlere saldırmasını bekliyordum. Gençler yavaşça uzattıkları kurt başına yukarıdan hiç tepki gelmeyince ne yapacaklarını şaşırdı.

Acaba görmedi mi? Kokusunu da mı almadı diye iç geçirmiştim ki, çobanlar sırığı iri taş yuvağın olduğu yere kadar uzatmıştı.

Kirlos başını yavaşça kaldırıp neredeyse burnunun ucuna kadar uzatılan kurt kafasına öylesine bir baktı. Hiç oralı bile olmadı. Sadece ben değil, yıllarını dağlarda geçiren çoban ve gençler de şaşırmıştı bu tepkisizliğe.  Kirlos başını yeniden ayaklarının üstüne koymuştu ki, evin sahibesi Kiraz kadın çıktı elinde bir tabak lokumla ve gençleri bağırarak payladı.

-Çekilin oğlumun başından, alın kuru kafanızı gidin buradan, o sizin şebeğiniz mi?

Çobanlar bu sırada kurt kafalı uzun sırık ve attıkları kar toplarıyla kışkırtmaya çalıştıkları Kirlos’u harekete geçirememenin utancını yaşıyordu.

Olduğum yerde donup kalmıştım. Yıllar sonra anladım ki Kirlos kimsenin şebeği değildi;

O Kirlos’tu, çocukluğumun kahramanı, elbette üç-beş densizin uzattığı kuru kemik parçasına kızıp kendini paralayacak kadar ahmak değildi.

Onda ki liderlik ruhunu çocukluğumda keşfetmiştim. Buyruk altına girmeyi kabul etmediği gibi, koyun sürüsünde onunla birlikte gelen köpekleri aşağılayan ve kendi liderliğini bazen güç kullanarak kabul ettiren keskin bir mizacı vardı. Boynuna takılan ince sivri uçlu kısmı Kirlos’un en acımasız silahlarından biriydi. Ama o kızgın anlarında hırlayarak gösterdiği dişlerini sergilerken sanki; “Sizin boynuma taktığınız bu sivri uçlu çelik kıskı, dişlerimin yanında hiç kalır” diyerek meydan okurdu.

Sahibi Taşlı ve eşi Kiraz kadın dışında iki oğlu, Kirlos’un uzun kış gecelerinde bağlı tutulduğu havluya girebilirdi. Zincirlerle bağlı olmasına rağmen Kirlos’un taştan oyma yalağına sadece Kiraz kadın yiyecek ve su bırakabilir, onun dışında tavuklar bile yemek saatinde Kirlos’u rahatsız etmeyi göze alamazdı... Bazen şafak vakti uzun uzun uluyarak dağlara olan özlemini anlatırdı.  Sabah ezanına kadar süren ulumaları bazen öylesine keskin hale gelirdi ki, çevredeki evlerin loş odalarındaki gaz lambalarının feri yeniden yükseltilirdi. Uzun köpek ulumalarını genellikle kötü bir habere işaret olarak kabul eden kasabalılar Kirlos’un bu huyuna zamanla alıştılar.

Çardak mevsiminin geldiği Nisan ayında Kirlos tüylerini dökmüş olarak karanlık avludan çıkarılır, koyun sürüsünün  önüne bırakılırdı. Kirlos, için Nisan ayı yeni bir hayatın başlangıcı sayılabilirdi. Kirlos’un dağa gidişi, dönüşünden daha farklıydı. O saldırgan köpek gider, onun yerini, sanki oyun oynamak için sabırsızlanan küçük bir çocuk alırdı. Koyun sürülerinin çardaklara uğurlanması da bir tören havasında geçerdi. Kirlos, bu uğurlama töreninde varlığını mutlaka hissettirirdi. Günler öncesinden başlayan çardağa göç hazırlığı sırasında yeni doğan kuzular ve anneleri her evin kendine özel rengine boyanır, koyun ve koçların kulaklara vurulan tamgalar birkaç metre uzaktan görülebilirdi. Kirlos işte bu yolculuk boyunca asla zincire vurulmazdı. Çünkü özlediği dağlarına, kendi sürüsüyle birlikte gidiyordu. Kasabadan ayrılana dek ince uzun bahçe yolunda önünü kesen köpeklerle hırlaşmaz, onları pek de ciddiye almazdı. Çobanönü ile Akçeşme’yi geçen sürü yukarıya doğru yeşil tepelere yaklaştıkça Kirlos kendine gelirdi.

Diğer çoban köpeklerinin aksine, kasaba yollarında asla koklayacak bir taş aramazdı. Onun aradığı dağlardı. Sürüsü ve kendisi için bir hapis dönemi daha bitmişti. Uzun kış gecelerinin hıncını alırcasına ulaştığı ilk tepede o keskin ulumasını bırakır, tepeleri karla kaplı Alacadağı’nı mesken tutan kurtlara şimdiden meydan okurdu. Kirlos’un bu uzun ulumasını duyan çobanlar bazen ıslık çalarak, bazen de bellerine doladıkları tabancalarını ya da omuzlarında taşıdıkları tüfeklerini çıkarıp havaya kurşun sıkarak eşlik ederdi. Bu sevinç uluması dalga dalga tüm sürülere yayılır, baharın, yeniden dağlara dönüşün mutluluğu bütün canlılarla paylaşılırdı.

 

Çardak mevsimi boyunca Kirlos sürünün çobandan daha önemli lideri haline gelirdi. Bütün okulda Kirlos’un çardakta sürüye saldıran kurtları nasıl kovaladığı, koyun çalmaya gelen eşkıyayı nasıl korkuttuğu anlatılırdı. Kirlos’un kahramanlığıyla ilgili anlatılanlar bazen abartılı da olsa, onunla aynı sokağı paylaşmanın gururunu hissederdim. Bizim köpeğimiz değildi, ama okulda ona en yakın ben vardım ve belki onun içinde esen fırtınaları diğer  çocuklardan daha iyi anlıyordum.

Aradan geçen yıllar, Kirlos’u hiç değiştirmedi. Gençlik döneminin bittiği, olgun bir çoban köpeği olduğu yıllarda bile onun katı değişmez kurallarına, herkes kesintisiz itaat etti.

Zaman, Onunla ortak yönlerimizi de ortaya çıkardı. Dağlara olan tutkusu benden daha fazlaydı. Dağlar, benim için bir kurtuluş bölgesi, bir sığınaktan da öte, özgürlüğü keşfettiğim ilk yer olmuştu. Çocukluğumun geçtiği dağları avucumun içi gibi iyi biliyordum. Bazen evden kaçtığım günlerde sığındığım ve sadece benim bildiğim küçük taş oyukları bana devasa kaleler gibi güvenli gelebiliyordu. Dallarında uyuduğum yaşlı meşe ağaçları, yaban armutları, küçük pınarlar ve sarnıçlar sık sık ziyaret ettiğim yerlerdi. Kirlos için dağların anlamı daha farklıydı. O dağları vatanı yurdu olarak görüyordu. Bunu yıllar sonra sadece ben değil, bütün çobanlar ve yayla halkı geçte olsa anladı.

Kirlosu ne zaman sürüsünün başında uzaktan da olsa görsem ondaki farklılığı görebiliyordum. Liderliğini kabul ettirmiş, kendine olan güvenini bütün sürüye inandırmış farklı bir köpekti. Adından daha çok karakterinden, özelliklerinden konuşulan ikinci bir hayvana rastlamadım.

Sürüyle ilgisi olmayan canlılara karşı son derece acımasızdı. Koruma ve merhamet duygusu kendinden küçük canlılara karşı daha da gelişmişti. Çobanın haberi olmadan doğum yapan koyunların başında beklediği, hatta doğum yapmaya hazırlanan diğer hayvanların kokusunu da aldığı onunla otlağa çıkan çobanlar tarafından sıklıkla anlatılırdı.

Kirlos ile koyun otlatmaya çıktığım ilk gece, çocukluk korkularımın hepsini yendiğim gün oldu. Kendimden daha çok ona güveniyordum. Soğuk bir Haziran akşamı, Toros dağlarının iç kısımlarında Alaca’da her an yağmur beklenen ve yıldızların bile görünmediği bir geceydi. Daha önce de koyun otlatmıştım. Ama gece yatısına ilk kez Kirlos ile çıkıyordum. Benim acemiliğim Kirlos’un gözünden kaçmamıştı. Gece boyunca sürünün etrafında sürekli döndü durdu. Hem üşüyor hem de uykumu yenmeye çalışırken neredeyse gece yarısı olmuştu. Bir kayanın kuytu köşesine yaktığım ateşin önünde biriken koyunların ortasında uyuyup kalmışım. Şafak sökerken uyandığımda ise yanan ateşten geriye küller kalmıştı. Üzerimdeki kepeneğin içinde hala titriyordum ki, koyun sürüsü çoktan kalkıp karşı tepeye ulaşmıştı.

Uzandığım yerden güçlükle kalkabildim. Sürünün yanında Kirlos yoktu ve koyunların sayısının azlığı uzaktan da görülebiliyordu.

Ne olmuştu, yoksa sürü ikiye mi bölünmüştü. Bunu anlamak için koyunları saymanın bir anlamı da yoktu. Çünkü sürüdeki koyun sayısını bilmiyordum bile. O zamanlar kendimize ait koyunların sayısını bile aklımda tutamayacak kadar aklım havadaydı. İşin kötü yanı koyunların boğazlarında da çan yoktu.  Ne yapacağımı şaşırmıştım. İlk kez bana güvenerek koyunlarını teslim edenlere ne diyecektim. Belki de herkesin diline doladığı alay ettiği biri olacaktım sonsuza kadar.

Sonuçta ben çoban değildim, öğrenciydim ama çobanlığı, koyunu kuzusu olan herkes yapabilirdi. Yıllardır çardak ve yaylada kuzu otlattığım olmuştu, ya koyunları kurtlar kırdıysa, Kirlos neden hiç havlamadı, en azından kurtlarla Kirlos arasında bir mücadele olmuş olmalıydı diye düşünüyordum ki gün yavaş yavaş ağarmaya başladı.

Koyunlar yaylaya dönüş vaktini benden daha iyi biliyordu, onlar yaylaya doğru yönelince daha çok korkmaya başladım. Yarısı kayıp bir sürüyle yaylaya dönemezdim ki

Çaresizlik içinde koyunların arkasında ağlayarak koşmaya başladım. Bir yandan ağladığımın diğer çobanlar tarafından duyulmaması gerektiğini düşünürken diğer taraftan yaylaya dönüşümde karşılaşacağım manzara beni korkutuyordu.

Kirlos yoktu, koyunların neredeyse yarıya yakını yoktu. Üstüne üstlük üşüyordum. Alaca’nın eteklerini basan sisli hava ise beni daha çok korkutuyordu. Eskilerin söylediği “Kurtlar puslu havayı sever” sözü korkumu daha da artırıyordu. Sanki sisin boylu boyunca doladığı Alaca dağından, kurtlar sürüyle aşağıya doğru akın edecek, hem koyunları hem de beni parçalayacaktı.

Bunlar aklıma geldikçe daha çok ağlamaya başladım, arkama bile bakmadan koyunlara koşarak ulaştım. Sırtımdaki kepenek ve torbayı taşırken nefes nefese kalmış, soğuk havaya rağmen terlemiştim. 

Yayladakilere gece uyuyup kalmışım diyemezdim, tek mazeretim vardı, işte bu kadarını kurtarabildim, hem zaten yalnız başına bu kadar koyuna nasıl sahip çıkabilirdim

Ağlamaktan gözlerimin şiştiğini fark edebiliyordum, elimin tersiyle göz yaşlarımı silerken karşı tepenin eteklerinde bir ağartı gördüm. Taşların ve kasnak dallarının arasında sanki öylece kala kalmış gibiydi hepsi. Bir koyun sürüsü olduğu belliydi ama, benim sürümden ayrılan koyunlar olup olmadığını bilmiyordum.

Aklıma Kirlos’u bağırarak çağırmak geldi. Sesimi duyar bana doğru gelir diye düşündüm. Koyunlar koşarcasına yaylaya doğru gidiyor, kayıp koyunlara ve  benim ağlamama aldırış etmiyorlardı.

İrice bir kayanın üstüne tırmanarak çıktım. İki elimi çenemin etrafında birleştirerek bağırmaya başladım

Kirlooos kirloooos nerdesin kirloooos?

Bağırırken çıkan  sesimin ağlamaklı tonunu çevredeki çobanların duymaması mümkün değil  di.

Az ileride hareketsiz duran sürü bir anda ortadan ikiye bölündü. Sağa solan kaçışan koyunların arasından koşan Kirlos sesime doğru geliyordu. Kasnak dallarının arasından zıplayarak ve havlayarak sesime doğru koşuyordu.

Kirlos sürüden kaçan koyunların peşini bırakmamış, onlara benim yerime çobanlık yapmıştı. Kepeneği ve torbayı yere atıp ona doğru koştum. Kaçan koyunların olduğu tepeye bir solukta çıktım. Kirlos benim geldiğimi görünce olduğu yerde durdu. Bölünen sürüyü yeniden toparlamak zor olmuştu, ama ne kurda kırdırmıştım ne de eksik bir koyun vardı artık. Yaylaya doğru koyunlar yeniden inmeye başlayınca aşağıdaki derede elimi yüzümü yıkadım. Açlığımı, yorgunlumu çoktan unutmuştum. Kirlos artık sürünün en önünde yaylaya doğru gidiyordu. Uzaktan yayla evlerinden çıkan duman görünüyor, kuzular da ağıllarından yeni çıkıyordu.

Torbasını ve kepeneğini dağda bırakan bir çoban olarak yaylaya döndüğümde bir daha hiçbir zaman koyun otlatmaya çıkmadım.

Çocukluğumun kahramanı Kirlos, bu zorlu gecede beni yüzüstü bırakmamış, dostluğunu benden esirgememişti. Onunla aramızdaki gizli sözleşme belki ilk kez kendini göstermişti.

 

Onu yıllar sonra yeniden gördüğümde içim yeniden burkuldu. İhtiyarlamıştı. Yayladan kasabaya göç hazırlıkları yeni başlamıştı. Eylül ayının ilk günleriydi. Taş duvarın gölgesi yerine güneşin kavurduğu havlunun tam ortasında yatıyordu. Önünde duran yalak, ağzına kadar doluydu. Tavuklar ve ördekler taş yalaktan Kirlos’un yemeğini gagalıyor, etrafında uçuşan at sineklerinin üzerine konmasına aldırış  etmiyordu.

Yaşlılık ona hiç yakışmamıştı.

Yaylanın da eski havası yoktu artık. Zaman içinde kasabada gelişen tarım, ilçeye yapılan fabrikalar koyun sürülerini eritmişti. Çok sayıda yayla evi harabeye dönmüş, terkedilmişlik havasına yukarıda kuruyan pınarlar, oluklarında suyu azalan çeşmeler de eşlik eder hale gelmişti.

Yaşlanan sadece Kirlos değildi, Kiraz kadın da yaşlanmıştı. Elindeki meşe dalıyla tavukları yalağın etrafından kovalarken ben çocukluk günlerime dönmüştüm

-Çekilin oğlumun başından pis kargalar, gidip çayırda otlanın diyerek bağırıyordu.

Sonradan duydum ki Kirlos’un arka ayaklarına felç inmişti. Yattığı yerden karşı dağları izleyerek sessizce bekliyordu, günlerdir yemeden içmeden kesilmişti, Güçsüzlüğünün görünmemesi için yattığı yerden kalkmaya çaba harcamıyordu. Belli ki, ölümü kabullenmiş, ama güçsüzlüğü kendine asla yedirememişti.

Son gördüğüm gün ise Kiraz kadının bağırtısıyla uyanmıştım.

-Kirlos, kirlosum, evimin bekçisi oğlum gitme gel diye yalvarıyor, ama kimseden de yardım isteyemiyordu.

Yayla evinden çıkıp aşağı doğru koşarak indiğimde yerde sürünen Kirlos’u gördüm. Ön ayaklarından destek alarak yayla çeşmesinin aşağısındaki bataklığa doğru yavaş yavaş sürünerek ilerliyordu.

Arkasından gelenlere ise çenesinde kalan son dişlerini hırlayarak gösteriyor, önüne geçilmesini, engel olunmasını istemiyordu. Kirlos’un ne yapacağını biliyordum. Bu ona yakışan bir tercihti, kasabada değil yurdunda, dağlarında ölmek istiyordu. Geride hiçbir şey bırakmadan yavaş yavaş karabatağın ucuna kadar geldi. Son bir hamle yaparak çamura ulaşınca, artık ilerlemesi daha kolay oldu. Bataklığın ortasına ulaştığında ise geriye dönüp yayla evlerine baktı.

Kapan oyununda kendisine uzatılan kurumuş kurt kafatasına baktığı gibi, umursamaz bir tavırla geriye dönüp boğazına kadar gelen çamurun üstüne başını koydu, gözlerini kapattı. Derin derin soluyordu, yorulmuştu. Artık yaşlı bedenini taşıyamayan arka ayakları çamurun arasında kaybolmuştu. Ön tırnaklarıyla istese ilerleyebilirdi, ama o bunu gereksiz buluyordu.

Gün batmak üzereydi. Çocukluğumun kahramanı yeni bir güneşin doğuşunda asla olmayacaktı, ama onun ruhu, Alaca dağında her zaman yaşayacak, ilk baharın gelişini her sabah uzun uzun ulayarak haber verecekti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.